Fuzûlî, Irak’ın Hille kasabasında 1494 yılında doğdu. Soyca Türk Bayat aşiretindendir. Hille Müftüsü Süleyman’ın oğludur. Asıl adı Mehmet’tir. Ömrünü Bağdat ve Kerbelâ’da geçirip Irak’tan dışarı çıkmadı. Hazret-i Hüseyin’in türbesinin kandilciliğiyle geçinirdi. Hocası Rahmetullah Efendi’nin kızı Rahime ile evlendi ve Fazlullah adında bir oğlu oldu.
En tanınmış eseri, Doğunun efsane dolu aşk hikayesi olan Leyla ile Mecnun’dur. Bu değerli eser pek çok dile çevrilmiştir. Fuzuli 1555’te Kerbela’da vebadan öldü. Türbesi halen oradadır. Mehmet, o kadar alçak gönüllü bir insandı ki, şiirlerinde Fuzûlî (fazlalık) adını kullanırdı. Neden böyle yaptığı sorulduğunda; “Herkes başkasının şiirini kendi malı gibi gösteriyor. İsmim bu olunca kimse benimkilere tenezzül etmez, ya da başkasının şiiri benim sanılmaz” diye karşılık vermiştir.
Fuzûlî son derece bilgili ve çalışkan bir insandı. Oğlu Fazıl’ın da öyle olması için çok çalışmıştı. Ama, olmadı. Çünkü Fazlullah, gayet tembel, kabiliyetsiz bir çocuktu. Bunun üzerine zamanın şairlerinden biri Farsça: Fazlî peder ü püser Fuzûlî yani, asıl erdemli olan babası, oğlan tamamıyla fazlalık, mısrasını söylemişti. Bütün şiirlerinde kendini Tanrı aşkına adamış olan Fuzûlî, geçim sıkıntısı içinde kahroluyordu. Bağdat’ı Kanunî fethedince, onun komutanına, padişah için kasideler, övgü şiirleri sundu. Bu sayede Bağdat vakıflarının ziyadesinden, yani vakfa harcadıktan sonra artakalan paradan günde dokuz akçe maaş bağladılar. Zavallı Fuzulî, hiç bir zaman bu parayı alamadığı için sonunda, Bağdat’ta barınamadı. Biraz daha dış mahalle kabul edilen Hille’ye çekildi. Hazret-i Hüseyin Türbesi’nin bekçiliğiyle geçinmeye çalıştı. Ancak, Kanunî’nin fermanlarına tuğra yapan Nişancıbaşı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye de Şikâyetnâme adıyla ün yapmış, dokunaklı bir eleştiri örneği olan mektubunu yollamadan edemedi. Bu eser, o zamanın resmî dairelerinde insanların nasıl çalışmadıklarını gösteren dili sanatlı, edebiyat değeri yüksek bir belgedir. Bu şikayetnamedeki “Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar” sözü, hala yaşayan bir gerçektir.
Fuzûlî daha önce, Safevî Hükümdarı Şah İsmail Bağdat’ı zaptedince, ona Beng ü Bâde (Afyon ve içki) adlı bir mesnevi sunmuştu. Fuzûlî, bu eserde afyonla şarabı konuşturur ve bunlardan her biri, kendini över. Fuzulî’nin bu mesneviyi yazmasındaki amaç, aslında Yavuz ile Şah İsmail arasındaki mektup düellosuna bir edebî şekil kazandırmaktır. Bu bakımdan semboller yerini bulmuştur: Şah İsmail, eserde afyonla, Yavuz ise şarapla temsil edilmiştir. Kerbelâ olayını anlatan Hadîkatü’s-Süedâ adlı eserinden başka, şairin en önemli eseri “Leylâ vü Mecnun” mesnevîsidir. İslâm dinini kabul etmiş toplumların edebiyatlarında ortak konular çok görülür. Nitekim XV. yüzyılda Ali Şir Nevâî gibi gerek Türk, gerek Arap veya İranlı birçok şair bu konuyu işlemiştir. Ama hiç birisi, Fuzulî’nin ulaştığı “Neoplatonik aşk” anlayışına, tasavvuf görüşüne ve ifade lirizmine ulaşamamıştır. Denilebilir ki, dünya edebiyatında Fuzulî’nin Leylâ ve Mecnun’u tektir: “Git, derdime sen devâ değilsin Bigânesin, âşina değilsin Gördü ki bir avcı dâm kurmuş Dâmına gazâller yüz urmuş Bir âhu esir-i dâmı olmuş Kan yâşı karâ gözüne dolmuş Boynu burulu ayağı bağlu Şehlâ gözü nemlü cânı dağlu Sayyâd sakın cefa yamandır Bilmezsin mi ki kana kandır?” gibi mısraları bu eseri baştan başa şiir hâline getirir.
Fuzûlî, Dîvân’ının önsözünde “Şiirsiz ilim, esası yok duvar gibidir.” der. Fuzûlî şiirleriyle aşkı yüksek ve ilahi bir düzeye ulaştırdı. Ona göre şiirin kaynakları ilahidir. Tanrı vergisi ve yardımı olmadan şiir söylenemez. “Aşk imiş her ne var alemde, ilim bir kil-ü-kal imiş ancak” mısraları da aşkı her şeyden üstün tuttuğunu gösterir.
Ona göre ruh, ıstırap, elem ve hicranla yoğruldukça olgunluğa doğru yönelir. Bu hal içinde yaşadığı halkın daimi acılar, yoksulluklar ve değişimler çekmelerinden ileri gelir. Aynı asırda İstanbul’da yaşayan Baki’nin şiirlerinde ihtişam, gurur, büyüklük ve renk vardır. Daha sonra yine İstanbul’da yaşayan Divan edebiyatımızın üçüncü zirvesi Nedim’in şiirlerinde de hayat, neşe, renk ve cümbüş bulunur. Fuzûlî’nin şiirlerinde ise çöllerin hasretle dolu enginliği, hayal dolu ıssızlığı, yakıcılığı ve yoksulluğu yaşar.
Büyük şairimiz Fuzûlî’yi, zaman zaman Araplar ve İranlılar kendilerine mal etmek istemişlerdir. Oysa o, tamamen Türk’tür. Oğuzlar’ın Bayat kabilesinden gelir. Farisî divanının giriş bölümünde, kendisinin hâlis Türk olduğunu gayet açık bir dil ile belirtmiştir. Fuzulî, bu girişte şöyle der: “Aslım Türk, ana dilim Türkçe’dir. Arapça’yı ilmî mübahaseler esnasında, Farisi’yi de arzu ettiğim zaman kullanırım. Çocukluğumdaki şiirlerim, daima ana dilimle, yani Türkçe sâdır olmuştur…” Fuzûlî, devrinin fen ve tıp ile ilgili bilgilerini de iyi öğrenmişti. Nitekim, onun Ruhnâme yahut Sıhhat ve Maraz isimli risalesi şairin hekimlik ilmiyle de uğraşmış bulunduğunu gösterir.
Türkler programından