Eski Türk Edebiyatında Mazmun Kavramı
Mazmûn
Mazmûn ‘mana, anlam, kavram’ demektir. Edebiyatta, bazı özel kavram ve düşüncelerin ifadesinde kullanılan klişeleşmiş söz ve anlatımlara denir. Kısaca bir şeyi, özelliklerini çağrıştırarak kelime grupları içinde gizlemektir.
Divan edebiyatı bir mazmûnlar edebiyatıdır. İslâm edebiyatlarının ortak malı olan mazmunlar divan şiirine Fars edebiyatından girmiştir. Ancak İslâmlıktan önceki edebiyatımızda ve eski halk şiirlerimizde de zaman zaman mazmunlaşmış düşüncelere rastlanır.
Mazmun, bir sözün içinde gizli olan sanatlı anlamdır. Buna göre belli kelimelerin kullanılması yine belli düşünüş şekillerini doğurur. Sözgelimi sevgilinin ağzı için, klişeleşmiş birer mecâz olan ‘ âb-ı hayât, gül, gonca, şarap ve lâl’ mazmunları kullanılır. Okuyucu ağzın bunlardan hangisiyle karşılandığını beyitte geçen diğer kelimelerin yardımıyla anlar.
Nitekim şairlerin bu tür kullanımları sık sık tekrarları zamanla şiirin iyiden iyiye billûrlaşmasına ve asıl sözün artık söylenmez oluşuna yol açmıştır. Yani ‘lâl veya gonca’ denildiği zaman artık ‘ağız’ı da ayrıca söylemeye gerek kalmamıştır. Çünkü her okuyucu bunların ‘ sevgilinin dudağı’ demek olduğunu anlar duruma gelmiş ve sonuçta lâl veya gonca ağız için birer mazmun haline dönüşmüştür.
Sînede evvel ne muhrik ârzûlar var idi
Lebde serkeş âhlar âheste hûlar var idi
Nedîm
Beytin ikinci dizesinde geçen ‘serkeş (baş çekmiş)’lik ve ‘aheste hû’ çekiş, serviye ait özelliklerdir. Servi hiç söylenmediği hâlde bu dizede bir mazmun olarak bulunmaktadır.
Mazmun kelimesinin sözlük anlamının yanında terim anlamı için de birçok dilci ve edebiyatçılar farklı zamanlarda değişik görüşler ileri sürmüşler, ancak kelimeye tam bir açıklık getirmemişlerdir. Her ne olursa olsun, divan şiirinin mana ve sanat örgüsü, yüzyıllar boyu mazmunlar ile estetik bir yapı kazanmış ve ince bir zevk dünyası ortaya koymuştur. Bu bakımdan ‘Sebk-i hindî’ akımı da edebiyatta bir mazmun yenileşmesi hareketi sayılabilir. Çünkü daha önce hiç söylenmemiş bir mazmunu (bikr-i mazmun) söylemek, her divan şairinin idealidir. Ancak edebiyatımızda orijinal mazmunlar kullanabilmiş şair sayısı pek azdır.
Âb-ı Hayât:
Türkçe adı bengisudur. Kaynağı karanlıklar demek olan zulmât, zulûmât, zulmet denilen ve menbaı meçhul diyarda bulunan sudur ki içen ölmez, dünya durdukça yaşarmış. Şark rivayetlerindendir. Bu suyu ibtidâ Hızır ve İlyâs Peygamberler bulup içmişler, sonra Allah bu pınarı insanların gözünden sakladığından İskender Zulümât’a kadar gittiği halde suyu bulamamıştır.
Tuhfe-i Vehbî Şerhi’ne göre âb-ı hayat (dirilik suyu); mahbûbun ağzı ve can bağışlayan söz demektir. Şark edebiyatının en zengin mazmunlarından birini teşkil etmiştir.
Gün yüzünden utanıp âb-ı hayât
Meskenin etti verâ-yı Zulümât
Hâkânî
Ağyâr:
Başkaları, yabancılar. Divân edebiyatındaki aşk üçgenini oluşturur. Bunlar seven, sevilen(yâr) ve sevgilinin diğer âşıkları (ağyâr) dır. Ağyâr daima âşığa yanlış haber verdiği için eğrilikle itham edilir ve bu yüzden kaşa benzer. Rakîb olarak da bilinen ağyar, aşığın şikâyetlerine maruz kalır. Onun için kötü, çirkin, zararlı ve zalimdir. Aşığın nazarında o, sevgili ile sıkı münasebettedir. Aşığı üzen de zaten budur. Bu nedenle âşık daima sevgiliye tembihlerde bulunur ve ağyar hakkında onu uyarır. Buna rağmen yar âşıktan çok ağyara imkân tanır ve onunla beraber olur, ona yüz verir, aşığa adeta içten içe güler ve onunla alay eder gibidir. Sevgilinin etrafından asla uzaklaşmadığı için aşığı da ona yaklaştırmaz. Kıskanç ve dedikoducudur. Sevgilinin bir aşığı da odur. Bunun için âşık ile aralarında daimi bir mücadele sürer. Ağyar kelimesi çoğul bir kelimedir. Yani bunlar birden fazla, bazen yüzlercedir. Bu bakımdan ağyar, sevgilinin mahallesinin bekçileri ve ya köpekleridir. Aşığı asla içeri bırakmazlar. Âşık onları bazen domuz, akrep, zağ diye nitelerken bazen şeytan ve dev bazen de kâfir, gammaz, iftiracı, eğri, yavuz, nâdân olarak niteler. Hatta ona diken, bela, mekes, kara yüzlü, bed çehreli vs. sıfatlarını da yakıştırır.
Ağyâra nigâh etmediğin nâz sanırdım
Çün lutf imiş ol âşıka ben az sanırdım
Nef’î
Âhû:
Ceylân. Güzel gözlü, güzel kokulu ve ürkek olduğu için sevgiliye benzetilen âhû, edebiyatımızda birçok teşbihlere neden olmuştur. Gözlerinin iri ve gayet güzel oluşu sevgilinin gözünü hatırlatır. Sevgilinin yüzü Kâbe’ye benzetildiği zaman, göz ahusu oraya sığınmış olur. Çünkü Kâbe’ de avlanmak yasaktır. Bir gül bahçesi olarak anılan yüz, ahu gözlerle daha da güzelleşir. Ahu bazen aslan denen güneşten kaçan bir ay olarak karşımıza çıkar. Yine göz bakışa göre bazen aslan, bazen ahu olur. Ancak ahunun en yaygın ve önemli kullanımı misk nedeniyledir. Sevgilinin saçı misk kokar. Ahunun misk hâsıl etmesinin nedeni ise bu kokuyu kıskanması veya ona âşık olmasıdır. Bunun sonucunda ahunun içine kan oturmakta ve bu kan sonra misk olmaktadır. Ahu, avlanan bir hayvan olduğu için ‘’sayyad’’ dâm(tuzak), vahşi kelimeleriyle birlikte kullanılır. Mecnun’un çöllere düştüğü zaman ahularla dostluk kurması da telmihen anılan başka bir özelliktir. Bu durumda sahra ve çölden de bahsedilir.
Senin âhû gözünün fikri her şeb
Verir encüm gözüne hâb-ı hargûş
Mesîhî
Bâde:
Şarap, içki. Şarap, divan edebiyatında en çok kullanılan içecek maddesidir. Bazen cam, sâgar, ayak, kadeh, piyâle, peymâne, ratl gibi unsurlarla da mecaz-ı mürsel yoluyla bâdeden bahsedilir. Rengi dolayısıyla dudağa, kana, gözyaşına, yanağa benzetilir. Lezzeti ve sarhoş ediciliği özelliği ile teşbihlere konu olur. Bezm ve meclislerin vazgeçilmez unsurudur.
Aşk’ı Allah’a ulaşma yolu kabul eden tasavvuf ehli, badeyi de ruh coşkunluğu için bir araç olarak görür. Şairlerin badeyi bu anlamıyla mı yoksa gerçek anlamıyla mı kullandıkları çok zaman belli değildir. Divan edebiyatının gazellerinde badeden bahsetmek bir gelenek olmuştur. Bu nedenle bâde- fürûş(içki satan), bâde- hor(içki içen) gibi birleşik isimler de karşımıza çıkar.
Bade bir küp içinde saklanır ve izbe köşelerde mahzenlerde kurulmuş meyhanelerde içilirdi. Zaman zaman içki yasağının sıkı takibe alınması ile sosyal hayatı da ilgilendiren konular arasına girmesi de bu nedenledir. Gerek içkinin kendisi, gerekse içerken ve içtikten sonra insana verdiği haller, gerekse içiliş şekli şairlerin vazgeçemedikleri anlatım tekniklerindendir. Şaraptan söz etmek için birçok vesile bulan şair kesinlikle bunları iyi kullanır. Şair için içki, anne sütü gibidir, onsuz olamaz. Vaiz ve kaba sofuya içkiyi menettiği için karşı çıkar ve düşman kesilir.
Meleğim bâde sun ecdâdınızın cânı için
Tevbe bozmak bu gece hükm-i meşiyyet gibidir
Çankırılı Kadrî
Bîmâr:
Hasta. Divan edebiyatında âşık bir aşk hastasıdır. Bundan başka sevgilinin gözü, baygın ve mahmur baktığı için hastaya benzer. Sevgilinin gamzesi de aynı nedenle hasta olarak ele alınır ve âşık onu kurtarmak için kendini kurban etmeye hazırdır. Sevgilinin dudakları âşık denen hastaya şifa verir. Hastaları arayıp-sorma âdeti ile âşık-maşuk yan yana getirilir. Aşığın hastalığının asıl nedeni sevgilinin ayrılığıdır. Âşık bu yüzden bir hasta gibi geceleri ağlayıp inleyerek sabahlar.
Kamu bîmârına cânân devâ-yı derd eder ihsân
Niçin kılmaz bana dermân beni bîmâr sanmaz mı?
Fuzûlî
Bülbül:
Divan edebiyatı bülbülden ayrı düşünülemez. O, şakıyışlarıyla ağlayıp inleyen, durmadan sevgilisinin güzelliklerini anlatan ve ona aşk sözleri arz eden bir aşığın timsalidir. Bazen aşığın kendisi, bazen canı, bazen de gönlü olur. Bülbül güle âşık kabul edilir. Bu durumuyla aşığa çok benzer. Üstelik güzel sesi de aşığın güzel sözleri, şiirleridir. Nasıl bülbül gülsüz olamazsa, âşık da maşûksuz olmaz. Gülün dikenleri nasıl bülbülün ciğerini delerse, sevgilinin eziyetleri de aşığın bağrını deler. Kısaca bülbülün her özelliği âşık da mevcuttur.
Bülbül seher vaktinde gülü karşısına alarak öter. Gül, onun için yaprakları yeni açılmış bir kitaptır. Adeta bülbül o kitabı okur. Bülbülün bütün neşesi gül ile kaimdir. Gülden ayrı olunca inleyişler içinde kalır. Gülü görünce mest olur.
Gül, nâz; bülbül, niyaz için yaratılmış gibidir. Bülbül bütün bu niyazlarıyla bir destan yazmaktadır. Bu destanın içinde gözyaşı da vardır, ciğer kanı da. Her yanı elem, acı, cevr ü cefâ doludur.
Gül ü Bülbül veya Bülbül-nâme adlı alegorik mesnevilerde bülbülün bütün bu özellikleri daha belirgindir.
Ey Nedîm ey bülbül-i şeydâ niçin hâmûşsun
Senden evvel çok nevâlar güft ü gûlar var idi
Nedîm
Büt:
Put ki müşriklerin yapıp taptıkları heykel vesâire. İnsan şeklinde güzel yontulmuş olanına sanem denir.
Şark edebiyatında mahbûb, mahbube; güzel ve genç mânâlarınadır.
Büt-i nev-resm namâza şeb ü rûz râgıb olmuş
Bu ne dîndir Allah Allah büte secde vâcib olmuş
Fuzûlî
Dal:
Osmanlı alfabesinin onuncu harfidir. Ayrıca kelimenin ‘’iki kat olmuş kanbur’’ anlamı da vardır ki zaten harf de iki kat şeklindedir. Divan edebiyatında sevgilinin saçı büklümleriyle dalı andırır. Yine aşığın boyu çektiklerinden dolayı iki büklüm olmuş yani Elif iken dal a dönmüştür.
Kaddin eliftir iki yanında o dâl zülf
Lâyıkı budur ki âşıka senden erişe dâd
Necâtî
Elif:
Arap alfabesinin ilk harfidir. Düz bir çizgiden ibaret olup noktanın uzatılmasıyla meydana gelir. Noktası yoktur, kendinden sonraki harfle birleşmez. Bu bakımdan kesrete bulaşmamış, kayıtsız ve hür olarak vasıflandırılır. Divan edebiyatında sevgilinin saçı elife benzer. Alfabenin ilk harfi olduğu için âşık da sevgilinin güzellik kitabında ilk defa boyunu okur. Şairler elif yanında lâm(zülf) ve mîm(ağız) harflerini de zikrederek Kur’an’da birkaç yerde geçen Elif-lam-mim ayetlerine işaret ederler.
Gönlümün levhinde okurdum elif kaddin revân
Ben dâhi bir doğru harf öğrenmedim üstâddan
Ahmed Paşa
Felek:
Gök demektir. Cem’i eflâktır. Eskilere göre gök tabakası felekler dokuzdur. Her semâda bir yıldız tasavvur edilmiştir. Bu yedi seyyâr yıldızdan her birinin dünyaya ve dünya dünya üzerindeki canlı cansız her şeye hâkim ve müessir olduğu farzolunmuş, her yıldız az çok uğurlu, uğursuz sayılmış ve her birinin hususî tabiatleri, hâkim olduğu iklimleri, hâkimiyet saatleri olduğu sanılmış, işte bu sebeple dünyada olup biten her şey feleğe isnâd olunmuştur. Çarh da bu mânâyadır. Kazâ ve kadere itirâz edemeyen şâirler dünyada olup biteni feleğe ve yıldızlara isnâd, rûhî tezâhürlerini böylelikle izhâr etmişlerdir. Felekten şikâyet etmeyen bir şâir yoktur.
Tûtî-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil
Çarh ile söyleşemem âyînesi sâf değil
Nef’î
Ferhâd – Şirin:
Ferhâd:
Çok eski Acem efsânesine göre, gûyâ Husrev-i Pervîz’in maşûkası olan Şirin’in diğer âşığıdır. Husrev tarafından bir dağın arkasına hapsolunmuş ise de Şirin’e kavuşmak için dağı yarmış ve Şirin’in emriyle Cûy-ı Şir adlı suyu getirmiştir. Veya süt akıtmıştır. Sonra külüngünü kazmasını havaya atıp altına başını tutarak beyni parçalanıp ölmüştür.
Şark edebiyatında aşk uğrunda en büyük müşkülleri yenen kahraman olarak zikrolunur. Bir adı da dağ delici demek olan Kûhken’dir.
Olsaydı bendeki gam Ferhâd-ı mübtelâda
Bir âh ile verirdi bin Bîsütûn’u bâda
Fuzûlî
Şirin:
Maşûkasıdır. Anadolu’da şâyi efsâneye ve Acem basması kitaplara göre Ferhâd- Şirin muâşakası Amasya’da geçmiştir. Hattâ bugün bile – eski bir su yolunu – Ferhâd’ın Şirin aşkına dağları delerek geçirdiği ve getirdiği suyun mecrâsı olarak gösterirler.
Aşk-ı Şirin eyledi meşhûr yoksa kimseler
Bilmez idi Bîsütûn dağında Ferhâd olduğun
Sûzî
Gamze:
Süzgün bakış, sevgilinin süzgün veya manalı yan bakışı. Divan şiirinde sevgilinin bakışı gamzeyi doğurur ve bu gamzede binlerce anlam vardır. Âşık bakışın manasını çözmekte güçlük çeker. Gamze yalnızca bakışa dayanmayıp göz, kaş ve kirpiğin birlikte ortaya koyduğu bir harekettir. Gamze, gözden çıkar ve aşığa ıstırap verir. O öylesine naziktir ki hiç hissettirmeden sanatını icra eder. Sevgili aşığa gamzeleriyle naz yapar ve gamzesini tam yerinde ve zamanında gerçekleştirir. Divan şiirinde gamze en çok ok ve kılıca benzetilir. Gamze ok olunca yaralamak, delmek, öldürmek, avlamak gibi eylemleri üstlenir. Bir ok olarak gamzenin hedefi ise can, gönül, sine, ciğer ve yürektir. Ok olan gamze temrenli ve ya temrensiz olarak görünebilir. Gamzenin ok oluşunun en büyük nedeni kirpik oklarından dolayıdır. Sevgili şöyle bir süzgün bakışıyla yay kaşlarından kirpik oklarını hedefe atar. Zaten onun kaşları ve kirpikleri kurulu bir kemanı andırır. Sevgili bu okları atmada öyle ustadır ki hiçbiri hedefini şaşırmaz. Hatta bu bakımdan o ‘’tîr- i kazâ(kaza oku) ‘’ yı hatırlatır. Bir yaylım ateşi gibi arka arkaya o kadar çok gamze oku atılır ki bunlar can kuşunun kanat ve teleğini oluştururlar. Gamze okları öylesine değişik tesir yaparlar ki görenler o oklara can atar. Âşık gamze oklarının gönlünden hiç ayrılmamasını ister. Bunun nedeni sevgilinin devamlı bakışlarını istemek ve okun çıkmasının çok zor oluşudur. Bazen bu oklar yaralı gönlü diken birer iğne olurlar. Âşık gönül evine gamze oklarını bir misafir gibi davet eder ve ona can atar. Gamze kılıç olduğu zaman, güzellik ve can ülkesinin kılıç zoruyla ele geçirilmesi esas alınır. Ayrıca kılıcın öldürücülüğü de unutulmamalıdır. Sevgilinin kılıcı öldürürken, dudağı âb-ı hayat bağışlar ve diriltir. Bunlardan başka gamze, mest ve sarhoştur. Onun için gamzenin sözüne güven olmaz. Gözlerin baygın bakışı da bu sarhoşluğa sebep teşkil eder. Gönül bir hazine, gamze de bir hırsızdır. Bu da kaçamak bakıştan dolayıdır. Âşık için en tehlikeli ve öldürücü gamze bu bakıştır. Aşığın gönül kuşu bu gamze tarafından avlanır. Aşığın gamlı gönlü, gamze denen cerrah tarafından yarılıp iyi edilir. Gamze bazen öldürücü bir katil, bazen de cellâttır. Âşık, gamze ile şehit olunca gamze de kâfir olur. Ayrıca gamze fitneler koparır, beladır, afettir, acımasızdır. Kısacası gamze, divan şiirinin başlıca öğelerinden birini oluşturur.
Kim görse olur gamzeni elbette giriftâr
Yâ Rab! Ne füsûn eyler o câdû-yı muhabbet
Nedîm
Gedâ:
Dilenci, kul, bende… Divan şiirinde hemen daima sultanla birlikte tezat sanatı içinde ele alınır. Sevgilinin mahallesinde kapı kapı dolaşan âşık bir gedâdır. Sevgili karşısında giyim kuşamı, yaşadığı hayat vs. ile aşığın hali gedâya çok benzer. Âşık bu durumdan şikâyetçi değildir. Aksine gedâlıkta bir yücelik bulur. Çünkü o âşıklık yönünden kendini aşk ülkesinin sultanı kabul eder.
Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem
Fuzûlî
Gonca:
Açılmamış çiçek, tomurcuk. Divan şiirinde gonca; sevgilinin ağzı yerine kullanılır ve açılmamışlık özelliğiyle kendini gösterir. Tıpkı insanın güldüğü zaman ağzının açılması gibi. Oysa kapalı hali içinde sırlar saklayan bir gülü andırır, onun açılması sırrın açığa çıkmasıdır. Goncanın açılması ‘’çâk olmak, sînesini çâk etmek, yüzünden örtüyü atmak, dîdârı keşfeylemek’’ gibi şekillerle kendini gösterir. Bunda da saba rüzgarının önemi büyüktür. Gonca açılınca çiçeğin(genellikle gülün) kokusu ortaya çıkar. Gonca olan ağız açılmadığı zaman remz ile konuşur. İçinin kırmızılığı ve tazeliği nedeniyle ele alınan gonca, içinde mücevher saklama (la’l dudaklar ve inci dişler) özelliği gösterir. Gonca bazen kadehi andırır, bazen de defter olur. Kadeh oluşu içinin şarap şeklinde olmasından, defter olması da içinde yapraklar bulunmasından dolayıdır. Kapalı ve bâkir olması nedeniyle ise bir geline benzetilir.
Dehen-i gonce-i ter dürlü letâif söyler
Gülüp açılsa aceb mi gül- i rengin-ruhsâr
Bâkî
Gül:
Divan şiirinde en çok sözü edilen çiçek güldür. Sevgilinin yüzü ve yanağı ile sıkı münasebeti vardır. Bazen gül bunlara; bazen de bunlar güle benzerler. Gerek koku gerekse renk bakımından çok güzel olan gül, daima tazedir. Bu yönüyle bağın, çemenin ve baharın vazgeçilmez bir öğesidir. Bizzat kendisine mahsus gülistan, gülşen ve gülzârları vardır. Hatta ona bazen sultan olarak rastlarız. Baharın diğer adının gül mevsimi oluşu da güle verilen önemden ileri gelir. Gül yetiştirmenin çok zahmetli bir iş oluşu onun adeta nazla beslenip büyümesi şeklinde ele alınır.
Gülün açılması apayrı bir olaydır. O, seher vaktinde sabâ yelinin parmaklarıyla açılır. Onun açılması neşe ve sevinç belirtisidir. Çünkü gül açılınca bahar gelir, eğlence başlar. Gül bu kadar güzel ve çekici olmasına rağmen çok çabuk solar. Yani geçicidir. Tıpkı aşığın ömrü gibi çabucak geçiverir.
Sabâ yeli gülün yapraklarının yavaşça aralar ve kokusunu her tarafa yayar. Ancak sonbahar yeli onun için felakettir. Onun perişan olmasına dağılmasına neden olur. Gülün suya olan ihtiyacı her çiçekten fazladır. Sık sık sulanmalıdır. Kökleri su içinde olursa daha güzel yetişir. Bu nedenle güller su kenarlarında bulunur ki ‘’hurrem’’ oluşu buradan gelir. Bazen gül yaprakları çiğ tanesiyle görülür.
Bütün bunların hepsi bir yana gül ile bülbülün aşkları dillere destandır. Gül, bülbülün sevgilisidir. Âşık da sevgili denen gül karşısında şakıyıp duran bir bülbüldür. Gül ile bülbülün bu hikâyeleri İslam-şark edebiyatlarını çok etkilemiştir. Hatta ‘’Gül ü Bülbül’’ adlı alegorik, müstakil eserler bile yazılmıştır.
Gülün dikeni aşığın rakibidir. Ancak gül ile diken iyilik ve kötülük, kolay ile zor, dost ile düşman vs. zıtlıkların timsalidir.
Gülün yaprağı dalı ve fidanı da güzeldir. Tazelik, tarâvet, incelik, narinlik, nazlılık bunların da özelliğidir. Bunlar aynı zamanda sevgilinin boyu, yüzü, yanağı vs. olurlar. Gülün yaprağı anılınca defter, divan, tomar, varak, yazı ile ilgili eşya akla gelir. Saba yeli yavaş yavaş bu defterin yapraklarını çevirirken bülbül ondan letâif öğrenir ve şair, sevgilideki yanağın övgüsüne başlar. Utanan kişinin yüzünün kızarıp gül renginin alması dolayısıyla gül daima utangaç ve haya sahibi olarak ele alınır. Gülün toprağa yakın fidanına dâmen-i gül denir ki yanında menekşe, sünbül ve susen bulunur. Bunlar adeta gülün eteğine yapışmışlardır. Gül elden ele dolaşırsa çabuk solar. Bu yönüyle sevgili de istenmeyen bir hususu (her aşığına gülmek gibi) ortaya koyar. Gül aynı zamanda cennet çiçeğidir. İbrahim peygamber ateşe atılınca gül bahçesine düşmüştür. Bazen sevgiliye gül denir ve onun her haliyle bir gül oluşu anlatılır. Onun endamı, güzelliği, teri, dudağı, kulakları, yanakları, eli, bileği vs. Aşığın gözyaşı da gül renginde akar. Bazen gül şekli ve rengi yönünden yakut bir köşke benzer. Bazen de ateş, çerağ, şarap ve la’l olur. Divan şiirinde gül ile ilgili teşbih ve mecazların sonu gelmez. Şair her bakımdan bu güzel çiçeği anar.
Eşkimi ifşâ ederse ol güle bülbül nola
Darı ekmez serçeden korkan meseldir serverâ
Cemalî
Hâl:
Ben, vücutta meydana gelen nokta… Edebiyatta genellikle yüzde bulunan benler ve bu benlerin rengi ile küçüklüğünden sık sık bahsedilir. Daha çok yanak, saç, kaş, ayva tüyleri ve dudak ile birlikte kullanılır. Hâl( durum, keyfiyet) kelimesiyle cinaslar kurar. Ben olarak her şeyden önce o bir noktadır. Bu nokta güzellik sayfasına(yanağa) zülüf kaleminden damlamıştır. Zülüf cemal kelimesinin cim’i olunca bende onun içindeki nokta olur. Bazen benin dâne olduğunu görürüz. Bu durumda gönül bir kuştur, saçlar da tuzaktır.
Hâli sevdâsında gönlüm düştü zülfü bendine
Mürg-i miskîndir düşer dâne görüp dâm üstüne
Ahmed Paşa
Harâbât:
Harabeler, viraneler. Divan şairleri kelimeyi ‘’meyhane’’ anlamıyla kullanırlar.
Sevgilinin kırmızı şarabı andıran tatlı dudakları bir harabattır. Meyhanenin toprağı aşığın gözüne sürme olur. Orada sırlar ortaya dökülür. Eskiden meyhanelerin izbe, rutubetli, mahzen ve bodrum katları gibi ve gizli işletilen yerler olması da çok zaman söz konusu edilir. Divan şairi mest olduğu için meyhane üzerinde çok durmuştur. Adeta orada ikinci bir hayal âlemi kendini beklemektedir. Hayatın zorluklarını, gamlarını ve kederlerini unutturmak için meyhane bir sığınaktır.
Mutasavvıflar harâbâtı bir tekke olarak ele alırlar ve orada İlâhi aşk şarabının içilip sarhoş olduğunu söylerler. Böylece harâbât bir neş’e ve feyz kaynağı, gerçeğe ulaşılan yer olur ki tekke mukabili kullanılır. Pîr- i harâbât ve ya pîr-i mugân da o tekkenin şeyhidir.
Meyhane bir can kıblesidir ki oraya varan üzüntülerinden kurtulur. İçeri bir defa giren artık çok zor çıkar. Oraya zâhid asla giremez. Çünkü meyhanede şom ve uğursuzların işi yoktur.
Bugün gedâ-yı harâbât-ı aşka reşk ettim
Oturmuş elde kadeh pây-ı humda şâh gibi
Nesîb
Hatt:
Çizgi, yazı, el yazısı, mektup, ferman gibi birçok mânâlardan başka genç kimsenin yanağında ve dost dudağında çıkan ince tüy mânâsına da gelmektedir. Şâirlerimiz bu mânâlara göre birçok sanatlar, mazmûnlar yaratmışlardır.
Hemen her şâirin bütün gazellerinde bu hatt mazmûnuna tesâdüf edilir.
Hatt-ı ruhun tâze tırâş etti yâr
Geçti kılıçtan fiten-i rûzgâr
Sabrî-i Şâkir
Hızır:
Âb-ı hayât içtiği, İskender’e bu suyu bulmak için rehberlik ettiği cihetle edebiyatımızda yardımcı, hayra rehber, ebedî hayata mazhar gibi mânâlarda kullanılmıştır.
Olmayan mâye-i feyz-i ezelîden sîrâb
Âb-ı Hızr’ı yine Hızr olsa da rehber bulamaz
Râgıb Paşa
Kevser:
Cennette bir ırmağın adıdır. Edebiyatımızda tatlı ve temiz, saf şarap mânâlarında kullanılmıştır.
Nûş eden câm-ı lebin ölmekten aslâ gam yemez
Kim humârı olmaz ey sâkî şarâb-ı kevserin
Bâkî
La’l:
Yâkût gibi kırmızı ve kıymetli bir nevi cevher. Bunun makbûlü Bedehşân dağlarında bulunduğundan la’l-i Bedehşânî sözü meşhurdur.
Şark edebiyatında dilberin dudağı daima la’le teşbîh edilmiştir. Hatta la’l lafzı, renginin lebe benzemesi alâkasıyla dudak yerinde de kullanılmıştır.
Cân-fedâ-yı la’liyem bir dilber-i cân-perverin
İstemem ben Hızr’ın olsun çeşme-i âb-ı hayât
Avnî Bey
Lâle:
Divan şiirinde kırmızı rengi ile sevgilinin yanağı ve aşığın gözyaşları laleye benzer. Lalenin ortasındaki siyahlık sevgilinin yanaklarına özenme ve onu kıskanma dolayısıyla bağrında meydana gelmiş bir yara, dağlama olur. Ortasında karalığı ile lale üzerinde ben olan bir yanaktır. Sevgilinin yanağı ve aşığın gözyaşları laleden daha kırmızıdır. Divan şairlerinin sözünü ettiği lale çok zaman şakayık denilen gelincik lalesidir. Bu gün biz bu çiçeğe gelincik diyoruz. Bahar lale devri olarak nitelendirilir.
Savaş meydanı ve aşığın gözyaşlarını döktüğü yerler ise birer lalezardır.
Şehîd-i aşkun oldum lâle- zâr-ı dâğdır sînem
Çerâğ-ı türbetim şem’i mezârım varsa sendendir
Şeyh Gâlib
Mecnûn – Leylâ:
Asıl adı Kays-ı Âmirî olan Mecnûn, Leylâ’nın âşığıdır. Şark edebiyatında âşık timsalidir. Bunun aşkına dair Arap, Acem ve Türk edebiyatında sayısız hikâyeler yazılmıştır. Bizde Fuzûlî’nin eseri Arap ve Acem’dekilerden de üstündür.
Eyle edeb duâsın ey nev-cünûn-ı aşk
Kays’ı mezemmet eyleme yabana söyleme
Nâilî
Mim Ağız:
Şâirlerimiz sevgililerinin ağzını pek çok şeylere benzetmişler ve hatta küçük ve dar olanları inkâr bile etmişlerdir. En garibi ağzı Arap harflerinden mim harfine benzetmeleridir. Bu harf başı yuvarlakça, ortası açık yazılır.
Meh desem bakıp yüzüne tan mı olmuştur ana
Çün dehânınla iki sûrâh-ı bînin mîm ü hâ
Emrî
Nergis:
Zerrin gibi koyu sarı renkli, göbeği yeşil bir küçük çiçek… Adı Türkçede Nergis, Nerkiz, Farsçada Nergis, Arapçada Nercis’tir. Eski şâirler dilberlerin gözlerini nergise teşbîh ederek çok kullanmışlardır.
Ortasındaki yeşil kısım uzaktan siyâha mâil görünür. İşte şâirlerimiz bu yuvarlaklıktan, siyahımsı görünmesinden dolayı göze, yaprakları da kirpiklere benzetmişlerdir. Öyle tahayyül etmişlerdir.
Gûyâ Nergis Narsis adlı bir ırmakla bir perînin oğlu olup, son derecede olan güzelliğine mağrur bir genç imiş. Ormanlar perîsi Ecko (Eko) bile Narsis’e âşık olmuş ve nihayet onun aşkı yüzünden ölmüş. Bir gün Narsis bir su kenarında oturup suya bakarken orada aksini görmüş, kendine âşık olmuş. Hemen sudaki aksini kucaklamak için suya atlamış. Fakat boğulmuş. Rûhu bir çiçek olarak meydana gelmiş ve kendi adını alarak Narsis olmuş.
Çü devr-i lâledir ihlâs ile kadeh tutalım
Nite ki nergis olur mest-i bî-riyâ olalım
Şeyhî
Ok:
Divan şiirinde sevgiliye ait birçok güzellik unsuru oka benzetilmiştir. Bunların hemen hepsinde benzetme yönü âşığın yaralanma halidir. Sevgilinin aşkı, boyu, kirpiği, gamzesi ve gözü ok özelliği gösterir. Âşığın âhı, ayrılık acısı ve çekilen cevr ü cefada da ok özellikleri vardır. Ancak bunlar içinde en çok kullanılanı gamze ve kirpik oklarıdır. Ok, her halde âşığın bağrına ve dolayısıyla gönlüne saplanır. Âşık bu okun gönlünden çıkarılmasını istemez. Onun için ok adeta sevgiliden gelen bir armağandır. Âşık onu en kıymetli varlığı gibi saklar.
Kaşları yâyı gibi gayriyi kendüye çeker
Gamzesi oku gibi âşıkı yabâna atar
Ahmed Paşa
Perî:
Cinlerin dişi olanına verilen addır. Bunları gören olmadığı için çok güzel ve çekici olduklarına inanılır. Bazı insanları kendilerine âşık etmeleri ve çeşitli görünüşler alabilmeleri, bir görünüp bir kayboluşları vs. özellikleriyle sevgilinin özelliklerini taşırlar.
Yok bu şehr içinde senin vasf ettiğin dilber Nedîm
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana
Nedîm
Pervâne- Şem’:
Pervâne:
Gece kelebeği de denilen kanatlı küçük böcek ki, kendini yakıncaya kadar şem ile uğraşır durur.
Bu hayvanın gözleri çok küçüktür. Gündüzleri karanlık yerlerde bulunur. Ortalık kararınca gördüğü ziyâya doğru koşar. Gözleri kamaştığı için ayrılamaz ve kendini fener, lamba şişesi, mum ve ampul gibi şeylere çarpar. Bittabi nihayet kanatları vücudu yanar. Sivrisinek, tatarcık gibi haşereler de böyle çarparak yanarlar.
Şark edebiyatında pervâne şem’in, yani ışığın âşığıdır. Şuursuzca yanması da aşk sebebiyledir.
Sûz-ı dilden bî-haberdir sanmayın cânâneyi
Şem’i yakmaz mı ol âteş ki yakar pervâneyi
Şeyhülislâm Yahyâ
Şem:
Bal mumu demektir. Eskiler ateşte âlûde câzibe olduğuna, gece dolaşan hayvanların ziyâ cazibesine tutulduklarına zâhib idiler. Bu cihetle şâirlerimiz âşıkların güzellikleriyle cezb ve fakat vefâsızlık eden sevgililerini – pervâneleri cezb edip yakan – şem’e, kendilerini de pervâneye benzetmişlerdir.
Bu itibarla şem zâlim sevgili timsali olarak kabul edilmiştir.
Kadd-i ham-geştem ile Râgıbâ yandım o ruhsâra
Kemân-ı köhne-i pervânekârım nâra gösterdim
Râgıp Paşa
Rind – Zâhid:
Rind:
Dünya işlerini hoş gören kişi… Çoğulu rindândır. Rind acıyı-tatlıyı, iyiyi-kötüyü hoş görür. Üzüntü ve neşe onun katında aynıdır. Hayat felsefesi böyle olan kişilere rind denilir ve rindlik divan şiirinde bir mazmun olarak ele alınır. Rindlik asla kalenderlik değildir. Belki kısmen bohemliktir. Divan şairi kendini rind olarak değerlendirir. Ona göre cihanın bir pul kadar değeri yoktur. Hayatında hiç içki içmeyen şairlerin dahi çok zaman meyhaneden, içkiden, sakiden bahsetmeleri çok zaman rindane bir hayat yaşadıklarını dayatmak istemelerindendir.
Ben kimim bir rind-i şeydâ meskenim meyhanedir
Duhter-i rez mahremimdir hemdemim peymânedir.
Rûhî
Zâhid:
Kaba sofu, zahid. Allahın buyruklarını yerine getirmekle birlikte şüpheli şeylerden de kaçınan kişi. Bunlar dini konularda anlayışı kıt, her işin ancak dış boyutunda kalabilen, derinlere inmesini beceremeyen, ilim ve imanı dış görünüşüyle anlayan, bunu da ısrarla başkalarına anlatan ve durmadan öğütler verip topluma düzen verdiklerini sanan kişiler olarak ele alınır. Daracık dünya görüşü içine sıkışıp kalmışlardır. Dar kalıplı bilgilere bağlıdırlar, hayatın acemisidirler. Bu bakımdan çok zaman gülünç duruma düşerler. İmandan hiçbir zaman hakikate ulaşamamışlardır ve samimiyetleri yoktur. Şairler daima zahidin karşısında aşığı görürler. Zahidde olanlar âşıkta yoktur. Zahid aşkı inkâr ettiği için bu duruma düşmüştür. Tek emelleri cennete kavuşmaktır. Güzellikleri göremezler. Riyakârdırlar.
Sorma aşk abdâlının sırrın, helâk eder seni
Bunların esrârı zâhid key katı kattâl olur
Bâkî
Rişte:
İplik. Divan şiirinde sevgilinin saçı ve canı iplik gibi düşünülür. Can ipliği, sevgiliyle ilgili her şeye dolanır. Saçın ip oluşu ise âşıkları bağlamak, asmak vs. yönlerinden kendini gösterir. Hayali kumaş dokuduğunu söyleyerek halkı kandıran ve o civar hâkimini güya giyinmiş diyerek çıplak bırakan hikâyeye rişte-i hayâl denir. Hz. Meryem’in dokuduğu ince kumaşın ipliğine Rişte-i Meryem denir.
Vefâlar edecek oldu unutmasın ol yâr
Var Emrî parmağına bağla rişte-i cânı
Emrî
Sabâ:
Lügatte gün ile gece beraber oldukda gün doğdu tarafından esen yele derler. Ammâ şairler dilinde sevgilinin semtinden esen rüzgâra derler.
Hâlen edebiyatımızda sabâ, hafif ve latîf esen rûzgâr demektir. Nesîm de bu mânâyadır.
Sabâ; bahar tavsifinde, cânânın zülfü perîşânlığı ve kokusunu tasvîrde birçok mazmûnlar yapılmasına hizmet etmiştir.
Bazılarına göre seher vakti kıble tarafından esen rûzgârdır ki, Hazret-i Yûsuf’un gömleğinin kokusunu Yakûb’a bu rüzgâr götürmüş. Şairler bu rüzgârı maşûkla âşık arasında tebliğ vasıtası sayarlar.
Ey sabâ gördün mü mislin bunca demdir âlemin
Püşt-i pâ urmakdasın İrânına Turânına
Nedîm
Sâkî:
Kadeh sunan, içki veren… Divan şiirinde bezm âleminin en önemli unsurlarından biri sakidir. Meclise neşe ve canlılık veren odur. Ortada dolaşarak içki dağıtmak onun görevidir. Şairin gözünde sevgili, bir saki sayılır yahut bizzat saki sevgili mesâbesindedir. Bazen saki mutrîb olarak da görev yapar. Bütün bu hallerde saki mutlaka güzelliğiyle dikkat çeker. Hatta âşık içkiden değil sakinin güzelliğinden sarhoş olmalıdır. Sakiden içki dışında dilekte de bulunabilir. Mesela şair ondan vuslat ve ya dudağının içkisini sunmasını isteyebilir. O Hızır’a benzer ve bereket dağıtıp herkesin gönlünü yapar, hazırlar, içki sunar, meclise neşe ve parlaklık sunar, şarkı söyler vs.
Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimem, sakî olan kimdir, mey ü sahbâ nedir
Fuzûlî
Serv:
Selvi. Divan şiirinde adından en çok söz edilen ağaç selvidir. Sevgilinin boyu için hem benzeyen hem benzetilendir. Hatta mecaz-ı örfi yoluyla artık boy kelimesine dahi ihtiyaç kalmamıştır. Bu benzetmede mübalağa ve hüsn-i talil esastır. Selvinin su kenarında düşünülmesi halinde bir ırmak, çemen, bezm vs. unsurlar kendini gösterir. O bir süs ağacıdır. Yaz-kış yeşil kalır. Sonbahar rüzgârları dahi ona etki edemez. Hafif rüzgârlarla salınışı sevgilinin yürüyüşünü andırır. Sevgili için çoğu zaman ‘’serv-i revân’’tamlaması kullanılır. Mezarlıklarda daha çok bulunur. Bunun nedeni rüzgâr ile salınırken ‘’Hû(Allah) sesini çıkarmasıdır. Bu hâl onun Allah’ı zikrettiğine bir işarettir. Böylece mezarlıklardaki ölüler için bir mağfiret vesilesi olarak düşünülür. Bahçe kenarlarına da selvi ağacı dikilir. Selvinin dibine etek ve ya ayak tabîr olunur. Böylece sevgilinin eteği ve ya ayağı anlatılmış olur. Onun eteğini ırmaklar öper, ayağına çınar yaprakları yapışır vs. sarmaşık gülleri selvilerde görülür. Selvi ile birlikte gül, lale, çınar, nergis, menekşe, sünbül, ok, naz, belâ, bâlâ, kıyamet, vs kelimeler çok kullanılır.
Dehânı mül saçı sünbül yanağı gül beni fülfül
Lebi gonca beli ince boyu serv-i revân olsa
Yahya Bey
Sünbül:
Sevgilinin saçlarıyla ilgili olarak ele alınır. Divan şiirinin sık rastlanan çiçek adlarından biridir. Şekli ve kokusu itibariyle sevgilinin saçına benzer. Hatta sevgilinin saçını kıskanır ve ona özenir. Sünbül ile gül çoğu zaman yan yana bulunur. Bunun nedeni sünbül saçların, gül yanaklar üzerine dökülmesidir. Deste deste oluşu, tazeliği vs. sık anılan özelliğidir. Ayrıca sarık kenarına ve kulak arkasına takılma âdeti hayli yaygındır.
Gül yüzün lâle ruhun sünbül- i terdir zülfün
Nâ-şüküfte dahi gül goncası nâzik dehenin
Hisâlî
Tâc:
Pâdişâh ve kralların başlarına – hükümdârlık âlâmeti olarak- giydikleri murassa ve sorguçlu baş kisvesi. Şeyh ve dervişlerin külâhlarına da tâc denilirdi. Şâirlerimiz tâc münasebetiyle pâdişâhlara kapalıca hücum etmişlerdir.
Rîze-i seng-i mezâr olduğu rûşen görülür
Ser-i şâhân-ı cihâna tutulan gevher-i tâc
İzzet Mollâ
Yây:
Divan şiirinde kaş yaya benzetilir. Ayrıca ya harfi yine aynı münasebetten dolayı kelime oyunlarına vesile olur. Eğer bir kişi okunu bin defa hedefe isabet ettirir yahut bin kere aynı yay ile av avlarsa artık yayını kullanmaz, yayını duvara asarmış.
Bin sayd edince yayını bir pehlevân asar
Kaşın bu resme gün başına bir kemân asar
Necâtî
Kaynakça:
İPEKTEN, Halûk, Fuzûlî Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yayınları, Ankara 2008, s.228
İPEKTEN, Halûk, Şeyh Gâlib Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yayınları, Ankara 2010, s.105
ONAY, Talât, Divan Şiiri Sözlüğü, H Yayınları, İstanbul 2009
PALA, İskender, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kapı Yayınları, İstanbul 2008
PALA, İskender, Divan Edebiyatı, Kapı Yayınları, İstanbul 2010 s.22-24
PALA, İskender; Su Kasidesi, Kapı Yayınları, İstanbul 2010 s.xi – xii
Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/bilgibirikimixe/public_html/wp-content/themes/cata_dekstop/functions.php on line 74
Gerçekten çok güzel olmuş Teşekkürler