Öğrenim Yılları
Annesi öldüğü zaman Hitler’in kafasında geleceği hakkında bazı fikirler vardı. Onun hastalığının son devresinde Viyana’ya gitmiş, Güzel Sanatlar Akademisi giriş sınavlarına girmişti. Koltuğunda bir tomar desen vardı. Yola çıktığında akademiye kesinlikle kabul edileceğinden emindi. Çünkü Realschule’nin en iyi desinatörü idi, kabiliyeti çok gelişmişti. Bu hâlinden oldukça memnun ve ümitliydi. Bununla beraber bir endişesi vardı: Resimden ziyade desene, özellikle mimari desene kabiliyeti var gibi geliyordu ona. Mimariye olan ilgisi ve bundan aldığı zevk sürekli artıyordu. Henüz on altı yaşında iken on beş gün kadar kaldığı Viyana’da bu değişim ve gelişme daha belirli bir hâl aldı. Hof Museum Resim Galerisi’ne gittiğinde, resimleri değil de sadece binayı seyrettiğini fark etmişti. Her gün sabah saatlerinden güneş batıncaya kadar görülecek güzel şeyleri seyrediyordu, onu daha çok binalar ilgilendiriyordu. Opera ve parlamento bi nalannı seyretmekten bıkmıyordu. Bütün cadde 1001 Gece Masalları’ndan bir mucize gibi görünüyordu ona.
Bu şehirde şimdi ikinci defa bulunuyor, giriş sınavını kesinlikle kazanacağı ümit ve gururu ile fakat sabırsızlıktan da kıvranarak sonucu bekliyordu. Kazanacağından o kadar emindi ki, tersi olduğunu öğrenince yıldınm çarpmışa dönmüştü. Fakat gerçek bu idi. Gidip rektörle görüşüp akademinin resim şubesine kabul edilmeyiş sebebini sorduğu zaman, verdiği resimlerin resme kabiliyeti olmadığını su götürmez bir şekilde gösterdiğine onu ikna etti, ama mimarlık sahasında başarılı olabileceğini söyledi. Akademinin resim bölümüne girmesi söz konusu olamazdı ama mimarlık bölümüne girmesi belki mümkündü. Fakat bunun için mimarlığa hazırlayan veya ona eşit bir okulda okumuş olması gerekiyordu. Hitler .ise ne böyle bir okula gitmişti, ne de uzaktan yazışma yoluyla olsun böyle bir eğitim görmüştü.
Schiller Meydanı’ndaki Hansen Sarayı’ndan çıkarken yıkılmış bir durumdaydı ve ilk defa kendinden şüphe ediyordu. Çünkü yeteneği hakkında duyduğu sözler onu can evinden vurmuştu. Bu, uzun bir süreden beri çeşidini ve sebeplerini bilemediği bir uyuşmazlığı da bir anda meydana çıkarmış oluyordu. Bunun üzerine birkaç gün sonra kendisini mimar olarak görmeye başladı.
Akademinin mimarlık bölümünde derslere başlamadan önce inşaat tekniği derslerini alması gerekiyordu, bu derslere girebilmesi için de ortaokulu bitirmiş olmalıydı. Bunların hiçbirini yapmış değildi. Öyle görünüyordu ki, düşündüklerinin gerçekleşmesi imkansızdı.
Annesinin ölümünden sonra Viyana’ya üçüncü defa geldiği zaman sükûnete kavuşmuş, kararlı hâlini bulmuştu. Bu sefer yıllarca kalacaktı Viyana’da, Gururu geri dönmüştü ve amacına ulaşmak için azimliydi. Mimar olmak istiyordu ve bu yolda karşılaşacağı zorluklar tesfim olunacak değil, yenilecek zorluklardı. Hitler bu zorluklan yenmek istiyor, köyün mütevazı bir ayakkabı tamircisi iken çalışarak memur olan babasının başarısını göz önünde bulunduruyordu. Babasına göre o daha iyi bir yerden başlıyordu, mücadelesi daha kolay idi. Zamanında kendisine kaderin sert yüzü olarak görünen şeyi bugün Tanrfnın yazgısı olarak görüyordu. Engellerle birlikte iradesi de güçlendi ve sonunda başarılı oldu.
“Bugün kesinlikle inandığım bir şey var ki, insanda yaratıcı düşüncelerin esası genel olarak gençlik çağlannda beliriyor. üzün bir hayat tecrübesinin vergisi ve derin bilgileri olan bir ihtiyann bilgeliği ile yaydığı fikirleri bu fikirlerin çokluğu yüzünden gerçekleştirmeye imkan bulamayan ve yorulmak bilmeyen gençliğin dehasını birbirinden ayırıyorum elbet. Gençlik, olgun yaşın değerlendireceği malzeme ve planlar hazırlar. Olgun yaş bunu, yılların vereceği sözde ölçülülük ile boğmadığı oranda değerlendirebilir.” (Kaugam)
Şunu da anlıyoruz ki, sosyal seviyesi yüksek olan insanlar, en alçakgönüllü vatandaşlarının arasına, sonradan görmelere nazaran daha anlayışlı bir görüşle inerler. “Sonradan görme” diye, bulunduğu durumdan daha yüksek bir duruma tamamen kendi imkanları ile çıkan kimseler örneğin… Geçirdikleri sert mücadele, onların acıma hislerini köreltiyor, onlara geride kalmışların ıstırabını unutturuyor.
Bu konuda kaderi Hıtler’e yardım etti. Zamanında babasının yaşadığı maddi güvensizlik ve sefalet dünyasına yeniden dönmek zorunluluğu ona, küçük buıjuva olarak nitelediği pek zayıf bir eğitimin verdiği ve yalnız ayakucunu gösteren gözlüğünü attırdı. O zaman insanları tanımayı, içi boş insanlarla dış görünüşü kaba olanları ve bunlann tabiatlarını birbirinden ayırmayı öğrendi.
Ve Viyana…
Yüzyılın başlarında Viyana sosyal adaletsizliklerle dolu bir şehirdi. Zenginlik ve sefalet yan yana idi. Merkezde ve kenar mahallelerde çeşitli ırklardan ve çok sayıda tebaasının bütün büyülerine kapılmış, elli iki milyonluk bir imparatorluğun nabız atışları duyuluyordu. Muhteşem bir saray, devletin geri kalan bütün zenginliğini ve işbilir olanları bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Buna bir de Habsburg monarşisinin sistemli bir şekilde merkezileştirme çabasını ilave edin. Bu merkezîleştirme, birbirlerine hiç benzemeyen ka vimleri sağlam bir şekilde birleştirmek, birbirine bağlamak isteğinden doğuyordu, fakat bu gayretin sonunda yüksek mevkilerde ve seviyelerde olanlar, fevkalade bir şekilde bir araya geliyor, daha yüksek seviyede olanlar imparatorluğun başkentinde ve imparatorun malikânesinde toplanıyorlardı.
Hitler de böylelikle ayaklarındaki Avrupa tozunu silkip, yeni bir dünyada, vazgeçilmeyen bir niyetle hayatlarını yeniden kazanmak ve yeni bir vatan elde etmek isteyenlerden farklı değildi.
Bu hareketlerin binlerce örneğini gördü ve bunu gördükçe birkaç milyonluk şehirlere karşı duyduğu nefret arttı. Bu şehirler, insanları kendine çekiyor, sonra onları ezip yiyordu. İnsanlar şehre geldiklerinde hâlâ kendi milletlerine aittirler fakat orada uzunca kalırlarsa millet için kaybedilmiş oluyorlar.
Büyük şehir kaldırımlarında Hitler de süründü, kaderin bütün darbelerine maruz kaldı ve bunun etkilerini anladı. Bir başka konu daha vardı: İş ile işsizliğin sürekli birbirini kovalaması, yaşamak için şart olan kazanç ve masrafları da düzensiz hâle sokuyor, zamanla işçilerde tasarruf ve günlük hayatlannı düzene sokma duygusunu yok ediyor, vücut yavaş yavaş kazançlı günlerdeki bolluğa ve kötü günlerdeki açlığa kendini alıştırıyordu. Açlık, kazanmanın daha kolay olduğu günlerde, daha iyi bir düzen için her türlü projeyi ortadan kaldırıyordu. İşkence altına aldığı kimselere gözden silinmeyen seraplar, kolay ve keyifli bir hayatın hayallerini gösteriyor ve insanı, eline fırsat geçer geçmez, ne pahasına olursa olsun, tatmin edilmek tutkusuna kaptırıyordu. İşçi, iş bulur bulmaz, her türlü tedbiri almayı unutuyor, sağduyusunu yitiriyor, günü gününe ne kazanıyorsa onun hepsini harcayarak, hesapsız bir hayat yaşıyordu. Başlangıçta bir haftalık kazancıyla beş gün idare ediyor, sonra bu kazanç ona yalnız üç gün yetiyor, daha sonra da sadece bir gün. En sonunda bir eğlence gecesinde uçup gidiyor,
O zaman çevresindeki insanlara bakarak tamamen ümitsizliğe düşmemek için onların bu davranışlarını dikkate almadı, sadece onların bu hâle gelmelerinin sebeplerini tespit etti ve aklında tutmaya çalıştı. Bu şekilde bu sahnelere cesaretini kaybetmeden dayanabiliyordu ve onun için bu sefalet ve ümitsizlik, düzensizlik ve ahlaksızlık tablolarını meydana getirenler insanlar değil, hüzün veren kanunların hüzünlü sonuçlarıydı. Bununla beraber, o da çok güç şartlar altında hayatını kazandığı için, bu düşüşün kesin sonucu olan acıklı bir hassasiyete kendisini kaptırmamaya dikkat ediyordu. Hayır, meseleyi bu şekilde düşünmemek lazımdı. Bu durumun düzelmesi ancak iki şekilde mümkündü:
. “Birincisi, derin bir sosyal sorumluluk duygusuna dayanarak, gelişmemizi daha iyi temeller üzerine oturtmak. İkincisi düzelmesi mümkün olmayan çocukları sert ve kesin bir kararla mahvetmek.
Tabiat bir varlığın devamlılığından ziyade onun gelişmesine kıymet verir. Bu, hayatta da böyledir. İçinde bulunduğumuz hâlin kötü yanlarını suni olarak düzeltmeye çalışmak yersizdir. Zaten böyle bir ıslah mümkün de değildir. Yapılacak iş, insanı hayatının başından ele alarak, istikbalini sağlayacak daha sağlam temellere oturtmaktır.” (Kaugam)
Viyana’daki ilk mücadele yıllarından itibaren şuna kanaat getirmişti:
“Sosyal hareketin amacı asla uyutucu bir refahı sürdürmek olmamalı, bundan önce, bireyin zaruri olarak soysuzlaşmasına yol açan, ekonomik ve kültürel hayatın başlıca noksanlarını hazırlayan yoksulluklardan korunmaktır. Şu nokta iyice bir düşünülmeli:
İki odalı bir bodrumda, yedi nüfuslu bir işçi ailesi oturuyor, Beş çocuktan biri üç yaşındadır. Çocuğun şuur sahibi olmaya başladığı yaştır bu. Hafızası sağlam olanlar bu devrin hatıralarını ihtiyarlıklarında bile unutmazlar. Evin darlığı ve sıkışıklığı insanı her an için rahatsız eder. Bundan dolayı kavgalar olur. Bu insanlar beraber oturmuyorlar, birbirlerinin üzerine yığılı olarak yaşıyorlar. Büyük bir evde kendiliğinden hâlledilen uyumsuzluklar burada sonu gelmez kavgalara yol açar. Çocuklar arasındaki kavgaları bir yana bırakalım. Çünkü kısa bir zaman sonra her şeyi unuturlar. Fakat anne ve baba arasındaki günlük anlaşmazlıklar çok defa kaba bir şekilde ortaya dökülür, düşünülemeyecek bir seviyede çıkar. Bu kötü örnekler çocuklara tesir eder. Sarhoşluğun, kötü davranışların nereye kadar gidebileceğini anlayabilmek için bu ortamı görmek, tanımak lazımdır. Altı yaşındaki zavallı bir çocuk, büyükleri bile ürpertecek birtakım ayrıntıyı öğrenmiş olur. Kafası zehirlenmiş, bedenen bakımsız ve cılız kalmış olan bu küçük vatandaş okula gittiği zaman orada yalnız okumayazma öğrenir. Evde Ödev yapması söz konusu değildir, çünkü orada ders ve öğretmenlerden önemsiz bir şeymiş gibi bahsedilir. Zaten böyle bir evde okuldan tutun da devletin en büyük kurumuna kadar hiçbir şeye saygı beslenmez. Dine, ahlaka, millete, topluma, her şeye çamur atılır. Çocuk on dört yaşında okulu bitirdiği zaman, ruhuna nelerin hükmettiği pek bilinmez: Ya pozitif bilgilerde inanılmaz derecede bir budalalık gösterir, ya da insanın saçlarını dikecek şekilde ahlaksız ve küstah olur.
Hayatın bütün adiliklerini bilen veya hisseden fakat hiçbir şeyi kutsal olarak tanımayan bu gencin hayata atıldığı zaman tutumu ne olacaktır?
On üç yaşındaki çocuk on beşine basınca her türlü otoritenin karşısında ve aleyhinde olur. Çünkü o anlayışını geliştirecek, zekâsını arttıracak her şeyin dışında, çamur ve pislik içinde büyümüştür. Ve işte ergenlik çağındaki terbiyesi de şu olacaktır:
Gençliğinde babasından ne görmüşse onu yapmaya kalkacaktır. Eve istediği saatte dönecek, babası gibi zavallı anneciğini dövecek, Tanrıya, bütün kâinata küfredecek ve sonunda ıslahhanelerden birine düşecektir. Orada ona son bir cila daha vurulacaktır.
Ve bizim iyi kalpli burjuvamız da bu genç vatandaşta ‘millî duyguların’ neden bu kadar zayıf olduğuna şaşacaklardır!” (Kavgam)
Çok iyi öğrendiği, anladığı, doğruluğundan şüphe etmediği prensip şuydu:
Bir toplumu millet hâline getirmek, bireyin terbiyesi için zaruri platform, sağlam bir sosyal ortam yaratmaya bağlıdır. Ancak ailede ve okulda memleketinin kültür, iktisat ve bilhassa siyasi bakımdan büyüklüğünü öğrenmiş olanlar, o millete mensup olmanın gururunu duyabilirler ve duyacaklardır. İnsan ancak sevdiği şey için mücadele eder, sevmek için takdir ve hürmet etmek gerekir, hürmet etmek için de hiç olmazsa, onu tanıması, bilmesi lazımdır.
Hitler, resmi geçinmek, kitap okumayı da zevk için yapıyordu. Böylece sosyal mesele hakkında hayat dersinin Ona öğrettiklerini, öğrenmesi şart olan teorik bilgilerle tamamlamaya imkan buluyordu. Bu konuda eline geçen her kitabı okuyor ve üzerinde çok düşünüyordu.
Bunun yanı sıra çok ilgi duyduğu politika onun için pek fazla bir mana ifade etmiyor gibiydi. Onu, düşünen bütün insanların tatmin olmak için gösterdikleri basit bir ilgi olarak görüyordu. Bu konuda aydınlanmamış olanlar tenkit veya herhangi bir görev alma haklarını kaybediyorlardı.
Viyana’da İlk Siyasi Eğilimler
İhtiyar Avusturya’nın varlığı, her devlette olduğundan daha fazla, hükümetin gücüne bağlıdır. Böyle bir devlet asıl manası ile idare edilmezse etnik durum ona devam sağlayan bir güç verir, İşte bu Avusturya’da yoktu. Etnik devlet bazen, halkın doğal tembelliği ve bunun meydana getirdiği dayanıklılık sayesinde, kötü idareye ciddi şekilde rahatsız olmadan tahammül edebilir, devletler de bu sayede şaşılacak şekilde uzun süre dayanabilir. İşte bundan dolayıdır ki, görünüşte bütün gücünü yitirmiş, ölü sanılan nice millet, birdenbire uyanır, şaşırtıcı ve karşı gelinmez bir canlılık gösterirler. Bunlara dışardan bakanlar ölü sanırlar.
Hitler, daha yirmi yaşında bile değilken, ilk defa Millet Meclisi’nin bir oturumunu takip etmek için Franzensring Sa rayı’na gittiği zaman, iğrenme hissine kapılmıştı. Zaten parlamentodan nefret ediyordu fakat bu nefret, kuruma karşı bir nefret değildi. Aksine, liberal eğilimi başka bir hükümet şeklini düşündürmüyordu ona. Herhangi bir diktatörlük, Habsburg Sarayı’na karşı olan tutumuyla kıyaslanınca, ona, hürriyete ve bütün makul şeylere karşı bir ihanet, bir cürüm gibi görünüyordu. Bunda İngiliz Parlamentosu’na duyduğu gerçek hayranlığın da payı vardı: Hiç farkına varmadan gençliğinde okuduğu sayısız gazetelerin etkisi altında kalmıştı. Avam Kamarası’nın, İngiltere’de vazifelerini yaparken gösterilen ciddiyet, basın tarafından övülerek anlatılıyordu. Bu Hitler’i çok etkilemişti. Bir milletin kendi kendini idare etmeşinden daha iyi, daha yüksek bir idare şekli olabilir miydi? Avusturya Parlamentosu’na olan kızgınlığı bundan ileri geliyordu. Onun hatalarını, yanlış hareketlerini, şerefli modeline layık olamamak şeklinde görüyordu. Fakat delillerini kuvvetlendiren yeni bir şeyler daha katıldı.
Muhafazakâr içgüdüsü, Alman olan her şeyin temsi! edilmesi şöyle dursun ihanete uğrayan bir meclisle bağdaşmıyordu. Fakat birçoklan gibi bu kusurlar da seçim sisteminden ziyade Avusturya Devleti’nin kendinde idi. Bu ihtiyar devlet ayakta durdukça, Alman çoğunluğunun eline parlamentoda birinci derecede yetki sahibi olma fırsatı geçmeyecekti. Saygıdeğer olduğu kadar da itibarını yitirmiş bu yere, işte ilk defa bu düşünce ve duygularla giriyordu.
Fakat gözlerinin önünde meydana gelen acıklı sahneler karşısında çok geçmeden isyan hissine kapıldı. Mecliste birkaç yüz kadar temsile», önemli bir ekonomik meseleyi hâlletmek için hazır bulunuyordu. Orada geçirdiği zaman, Hit ler’i haftalarca düşündürdü.
Düşünmeye başlamıştı. Boş vakit buldukça Reichs rat’a geliyor ve her seferinde sessizce ve dikkatle manzarayı seyrediyordu. Anlaşılabilir olduğu zaman nutuk dinliyor, bu acıklı devletin, bu milletin seçilmişlerini, az çok zeki yüzleri inceliyordu, ööylece bu kurum hakkında yavaş yavaş fikir sahibi olmaya başlamıştı. Bir yıl sonraki düşüncesi bu kurum hakkında daha önceki fikirlerini ya tamamen bırakmasına ya da değiştirmesine sebep oldu. Artık onun Avusturya’da düştüğü gülünç duruma karşı bir isyan duygusu yoktu içinde. Şimdi parlamentonun kendisine karşıydı. O zamana kadar bozukluğun, Avusturya Parlamento su’nda Almanların çoğunlukta olmayışından ileri geldiğini düşünüyordu. Şimdi ise bunu kurumun kendi şekil ve doğasında araması gerektiğini düşünmeye başlamıştı.
Birkaç sene içinde modern zamanlann Hitler için en asil tipi olan ‘parlamenter’) bütün yönleriyle iyice tanıdı. Bu tip için verdiği karar o zamandan beri hiç değişmedi. Bir kere daha gerçeklerin öğrettiği ders, onu bir sosyal teoriye gömülüp kaybolmaktan korumuş oldu. Çoğu insan için bu sosyal teori ilk bakışta çekici değildir, fakat insanlığın çöküşüne yol açan belirtilerden biri de budur.
Bu meseleyi ona Viyana’da bulunduğu sırada inceleme fırsatı veren talihine şükrediyordu artık. Aynı tarihlerde Almanya’da olsaydı, meseleyi çok çabuk kestirip atardı şüphesiz. “Parlamento denilen bu meselenin gülünçlüğünü önce Berlin’de görseydim, şüphesiz aksi yönde aşırılığa kaçar, görünüşte pek esaslı olan sebeplerle Reich’in kurtuluşunu devletin kuvvetlenmesinde görenlerin yanında yer alırdım. Oysa zamanını tanımayan bu adamlar kurtuluşu tehlikeye sokuyorlardı.” (Kavgam)