2 Şubat 1852 yılında İstanbul’da doğdu. Babası, Tanzimat döneminin tanınmış tarihçilerinden Hayrullah Efendi’dir. Büyükbabası, ikinci Mahmut ve Abdülmecit’e hekimbaşılık eden Abdülhak Molla’dır. Kültürlü ve esprili bir aileden gelir. Abdülhak Molla,eczanesinin kapısına, “Ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı” mısrasını yazacak kadar geniş görüşlü bir insandı.
Abdülhak Hamit, iyi bir öğrenim gördü. Bir yandan, doğduğu semt olan Bebek’teki mahalle mektebine giderken, bir yandan evinde babasından ve
babasının dostlarından ders alıyordu. Sonra Rumelihisarı’ndaki Rüştiye Okulu’na yazıldı. Yanyalı Tahsin Hoca ile Edremitli Bahattin Efendi’den dersler almaya devam etti. 1862’de, Millî Eğitim müsteşarı olarak Paris’te Fransız eğitim sistemini
inceleyen babasının yanına gitti ve burada Fransızca öğrendi. Bir yıl kadar kaldıktan sonra İstanbul’a döndü ve Robert Kolej’e devam etti.
Memurluk hayatına, “Tercüme Odası”na girerek başladı. Babası Tahran Büyükelçiliğine atanınca, o da hocası Bahattin Efendi ile birlikte Tahran’a gitti (1865). Burada Farsça öğrenmeye başladı. Elçilik kâtiplerinden Mirza Şevket, genç Abdülhak Hamit’e hem Farsça öğretiyor hem de İran edebiyatını tanıtıyordu.
Babasının ölümü üzerine (1867) İstanbul’a döndü. Maliye Bakanlığı ve Şûra-yı Devlet’te hizmetler aldı. 1871’de, İstanbul’un tanınmış ailelerinden Pirîzade Fatma Hanım’la evlendi. Sami Paşazade Sezai, Recaizade Ekrem ve Namık Kemal ile tanışması bu yıllardadır. Tiyatro oyunu yazmak moda idi. O da bu akıma katıldı ve ilk denemelerine girişti.”Macera-yı Aşk” adlı tiyatro oyununu 1873’de yazdı ve yayınladı. Artık ardı ardına eser veriyordu. “Sabrü Sebat” (1874), “İçli Kız” (1874), “Duhter-i Hindu” (1875), “Nazife” (1876). Genç Abdülhak Hamit su gibi eser akıtıyor, her çıkardığı kitap geniş yankılar yapıyor, eleştirmenler genç dehayı selamlıyorlardı. “Tarih veya
Endülüs’ün Fethi”, “İbn-i Musa yahut Zatülcemal ve Sardanapal” oyunları da bu dönemde kaleme alınmış ve yayınlanmışlardı. Abdülhak Hamit edebiyat çevrelerini şaşırtan ve hayrete düşüren bir üreticilikle birbirinden önemli, birbirinden değerli eserleri edebiyat alanına sürdükçe, ünü de İstanbul’u aşarak bütün Osmanlı ülkesine yayılıyordu.
1876’da Paris sefareti ikinci kâtipliğine atandı. O zamana kadar bütün oyunlarını düzyazı ile yazmıştı. Paris’te şiire başladı. “Belde, yahut Divaneliklerim” adlı şiirleri, bu dönemin ürünüdürler. “Nesteren” oyununa da Paris’te bulunduğu sırada başlamış ve bitirmiştir. “Nesteren” oyununda, iki müstebit kardeş hükümdarın kavgalarını konu edinmişti. O yıllarda Abdülhamit ile Beşinci Murad arasında süren kavgaya benzediği için, güne paralel çiziyordu. Hükümdarlardan biri halk tarafından seviliyor, biri sevilmemekte idi. Abdülhamit ile Murad arasında da böyle bir benzerlik vardı. Bu yüzden bu eserini imzasız olarak bastırmıştı. Fakat bir vesile ile İstanbul’a gelince, açığa alındı (1878).
Bu dönem, şairin büyük sıkıntılara düştüğü dönemdir, iki yıl gelirsiz yaşadı. Sinir krizleri geçirdi. Hatta çıldırdığını söyleyenler oldu. Fakat kendisine teklif edilen Berlin sefareti kâtipliğini ve Belgrat konsolosluğunu kabul etmemek direncini gösterdi. Yazdığı şiirlerini “Sahra” adı altında toplayıp yayınladı. “Eşber” oyununu kaleme aldı ve kitap haline getirdi. “Tezer, yahut Abdülrahman-ı Salis” oyunu da bu iki yıllık edebiyat çalışmaları sırasında çıkmıştır.
Sonunda saraydan görev kabul etmemekten vazgeçti. Kafkasya’deki “Pöti” konsolosluğunu kabul etti, ardından Yunanistan’daki “Golos”, Hindistan’daki Bombay konsolosluklarında bulundu. Bu son görevinde, çok sevdiği karısı Fatma Hanım’ı kaybetti. Türk edebiyatının en büyük eserlerinden biri olduğu üzerinde ittifak edilen “Makber” adlı şiir kitabı, bu büyük kaybın beşeri hercümercini anlatır:
“Fatıma, çık lâhitten kıyam et!
Yadımdaki haline devam et!”
“Makber” 1885 yılında yazılmıştır. Yine ölümünü bir türlü içine sindiremediği eşi için bir yıl sonra “Ölü” adlı şiirlerini yayınladı. “Hacle” adlı kitabı da, eşi Fatma Hanım için yazılmıştır.
Eşinin ölümü, yeni bir Abdülhak Hamit’in doğuşu olmuştur. Çünkü o zamana kadar, düzyazıdaki başarılarıyla tanınan Abdülhak Hamit, ondan sonra şair olarak erişilmez bir çizgiye ulaştığını ortaya koydu. Çağında, adından söz edilmeden “Üstad-ı Az’am” diye konuşulan tek şairimiz, Abdülhak Hamit’tir. “Bunlar Odur” (1886), “Kahpe” (1887) tarihlidirler. Ünü, ülkenin dışına taşmış, dünya edebiyatında adı geçer olmuştu.
1886 yılı sonunda Londra sefaret kâtipliğine atanır. “Zeynep” bu dönem çalışmalarının eseridir. “Zeynep”i, basılmak üzere İstanbul’a gönderdi. Fakat sansür sakıncalı gördüğü için basılmasına izin vermedi ve bu yüzden Londra’daki görevinden alındı. Üç ay kadar işsiz kaldı. Edebiyatla uğraşmamak şartı ile yine eski görevine gönderildi. 1895’de Lahey orta elçiliğinde, 1897’de Londra sefaret müsteşarlığında bulundu. Şair, birkaç başarısız evlilikten sonra 1912’de Lösiyen adlı 18 yaşında bir kızla Brüksel’de evlendi. 26 yıl sürekli olarak Batı Avrupa’da görev yaptıktan sonra İstanbul’a döndü ve Meclis-i Ayan üyeliğine seçildi. Cumhuriyet döneminde, Atatürk’ün sofrasına davet edilen bir şairdi. 85 yaşında, 3 Nisan 1937 tarihinde hayata gözlerini kapadı. Zincirlikuyu Mezarlığı’na gömülüdür.
Yapıtlar (başlıca): Şiir: Sahra, 1879; Makber, 1885; Ölü, 1885; Hacle, 1886; Bir Sefilenin Hasbıhali, 1886; Bâlâdan Bir Ses, 1912; İlham-ı Vatan, 1916; Ruhlar, 1922; Oyun: Macera-yı Aşk, 1873; Sabr ü Sebat,l875; İçli Kız, 1875; Duhter-ı Hindu, 1876; Nesteren, 1878; Tank yahut Endülüs Fethi, 1879; Tezer yahut Abdurrahman-ı Salis, 1880; Eşber, 1880; Zeynep, 1908; İlhan, 1913; Liberte, 1913; Finten, 1916; Tarhan, 1916; Hakan, 1935.
Türkler programından